15 Nisan 2015 Çarşamba

Operadaki Hayalet

Operadaki Hayalet
The Phantom of the Opera
    Bu sefer sizin karşınıza daha farklı bir konuyla çıkıyorum. Evet, kitaplar bir yana müzikaller de benim yakın zamanda vazgeçmeyi düşünmediğim başka bir tutkum. Her ne kadar her hafta gidip, sıcak şarabımı yudumlarken (neden sıcak şarap diye sorarsanız.... oraya da geleceğiz) izleme şansım olmasa da müzikallere gitmeyi severim. Gönül ister ki her hafta bir müzikale gitmek. Ama bunun için ne zaman var, ne ortada o kadar müzikal var, ne de o kadar müzikale para dayanır.
     Hikayeme en baştan başlayayım. Operadaki Hayalet’e gitmeyi geçen sene ilk defa adı piyasalara çıktığı günden beri istiyordum. Yine Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde gösterisi yapılan Notre Dame de Paris beni kalbimin tam ortasından vurmuştu. O yüzden doğum günü hediyesi “hakkımı” bundan yana kullandım. İyi ki de kullanmışım.

     Müzikale gitmeden önceki hafta küçük çaplı bir araştırma yaptım. Neymiş, ne zamandan beridir varmış, kaç tane filme konu olmuş diye canım ciğerim vikipediyi talan ettim. Öğrendim ki Operadaki Hayalet 1910’da Gaston Leroux tarafından yazılan bir romanmış. 1986’da aklını öptüğüm Andrew Lloyd Webbers romanı alıp müzikal haline getirmiş. Roman 8 filme konu olmuş ve en ünlüsü (ve en sonuncusu) 2004’te çekilmiş. Gerard Butler, Emmy Rossum’un başrolde oynadığı filmin senaristi adamımız Webbers. Adam çalışmış arkadaşlar. Ben de dedim “Oooo hemen soundtrack’ı indirip müzikale ezberlemiş olarak gidiyim.” Ama ne yazık ki garip bir şekilde Gerard Butler’ın sesi hoşuma gitmedi. En azından Hayalet’i daha kalın sesli hayal ediyordum. İlk başta ısınamadığım için ezberleme hayali yattı anlayacağınız. Yine de bin kez dinlemişimdir “The Phamtom of the Opera”yı.

QUASIMODO GERİ DÖN NE OLURSUN

Şimdi de size o günü anlatayım. 10 Nisan. Cuma günü olduğu için gün içinde çektiğim okul yüzünden az biraz yorgundum. Ama bu heyecanımı törpülemedi ;)). Zorlu'ya sekiz civarında gittim. Anlayacağınız bir saatim vardı. Bu bir saati Zorlu'nun içinde kaybolmayla, PSM alanını bulduktan sonra iki bin beş yüz tane fotoğraf çekmeyle ve mantıksız bir şekilde paramı fahiş fiyata satılan dergimsi kataloğumsu şeye harcamayla geçirdim. Alana erken vakitte gittiğim için kapılar açıldığında ilk girenlerden biri de ben oldum. Oturup insanların içeri girmelerini izledim yapacak daha iyi bir işim olmadığı için.  Üç sıra önümden bir kadın kadehini sallaya sallaya şarabını yudumlayarak oturduğunu gördükten sonra, dedim "Işıl geleceğin böyle olmalı. Bırak üç sıra önü davetiyeli bölümde şampanyanı yudumlamalısın." Fantastik hayallerim gösterinin başlamasıyla son buldu.

Oyuna gelirsek....... Vaov, neden hep operayla karıştırıldığı belli oluyor. Müzikler, sesler. Olamaz böyle bir şey. Bir insan ancak bu kadar tizlere inebilir. Emilie Lynn'nin sesi mükemmel ötesiydi. Başrolü (Christine Daaé) başarıyla oynadı. Phantom (hayalet), aşkım bebeğim. Adamın duyduğu şehveti mi denir aşkı mı denir damarımda hissettim. Brad Little sesiyle, hareketleriyle bütün o duyguları hissettirdi. Çaresizliği, yalnızlığı... Arada oturup bir iki damla ağlayıp izlemeye devam ettiğim doğrudur. Peki ya Raoul (Anthony Downing), neden bu kadar tatlısın? Christine’le olan aşkları <3<3<3 Söylemem gerekir ki Madame Giry benim favori karakterim. Karakteri oynayan Tina Walsh çok iyiydi falan filan ama garip bir şekilde Madame Giry’yi kurguda aldığı rol yüzünden ayrı seviyorum. En baştan beri birçok şeyi biliyordu, birçok şeyin farkındaydı ve bu beni ona doğru çekti. O yüzden Madame’ı ayakta alkışlıyorum. Ayakta alkışladığım bir başka şey ise Phantom’ın en son yaptığı şey. Her ne kadar içim parçalansa da daha güzel bir son olamazdı.
Kostümlere söylenecek bir söz bulamıyorum. En ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Sahne dekoruysa zekice planlanmıştı. Küçük göz oyunlarıyla olayı daha da inanılmaz hale getirmişler. İnanılmaz olan başka biriyse orkestra şefi, Stan Tucker’dı. Oyun bittikten sonra bile çalmaya devam ettiler. En son orkestradakilerle konuşmak için orkestra çukurunun (?) oraya gittim. Bu arada orkestradakilerin çoğu Türk (klavyedekiler hariç). Anladığım kadarıyla orkestrayı beraberlerinde getiremiyorlar. Sohbet ederken öğrendim ki bütün bir müzikalin parçalarını sadece 6 kez prova yaptıktan sonra mükemmel hale getirmişler. Kaç saatlik müzikal be. Tebrikler, gerçekten tebrikler. Bırakın sadece 6 provayı, benim bütün müzikal boyunca durmadan çalmaya mecalim kalmazdı.


Müzikalin sonunda yaptığım bir başka şeyse durmadan  onunla etrafın fotoğrafını çektiğim gülü (postere gönderme olarak almıştım) sahnedeki görevlilerden birine verip "mükemmel İngilizcem"le, bunu Phantom(Brad Little)'a götürmesini rica ettim. VE KABUL ETTİ. Alanda en son ben kaldığım için büyük olasılıkla bunu başardım arkadaşlar. Görevliler beni yaka paça çıkarmalarına bir kaç dakika kala alanı terk ettim. Notre Dame De Paris'te uyarılmıştım....... Bir daha uyarılmayayım dedim.
Her yerde onla çekildim derken ciddiydim :3


Sahne dekoruna dönersek. Sahnenin çerçevesi göz kamaştırıcıydı. Neyi sembollediklerini bilmiyorum. Ama tahminimce yunan mitolojisinden geliyor. Şarap Tanrısı Dionysos’a tapan çılgın kadınlar (Mainad) olabilirler. Kendilerini kaybetmiş gibi duruyorlar. Arkalarında da boynuzlu erkek figürleri var. Boynuz denilince aklıma şeytan ve satirler geliyor. Epey şehvetli (?) anlar yaşadıklarını söyleyebiliriz. Bu da son sahnelerde gerçekleşen olayların çarpık bir yansıması olarak alabiliriz bence. Ya da ben komple  bir şeyleri kafamdan atıyorum.

Hoşuma gitmeyen bir iki şey olmadı değil. Birincisi perdenin sonunda o meşhur avizenin düşmesi sahnesini daha epik düşünmüştüm. Pat diye düşer aklımızı başımızdan alır. Ama öyle olmadı. Kayarak yere kondu. Başta ayyy olmamış desem de sonra öğrendim ki o avize 1 ton ağırlığındaymış. O yüzden affedildiniz. İkinci rahatsız eden şey ise şarkıların bir yerden sonra çok karışması oldu. Bir şarkının sözlerini, ritmini bir başka şarkı içinde kullanmak, o diğer şarkıyla birleştirmek aslında benim hep hoşuma gider. Ama burada bir yerden sonra aklımı yordu ne yazık ki. Tabii orijinali böyle olduğu için bir şey söylemem anlamsız.
En çok hoşuma giden başka bir şeyse Phantom’ın, Fil Adamla olan benzerliği. Birinci perdenin sonunda nasıl da karakterlerin şekilleri, yaşadıkları benziyor demiştim. İkinci perdede Madame Giry’nin (ahh Madame ahh) açıklamasıyla “BEN BİR KAHİNİM” diye küçük çaplı bir ego patlaması yaşadım. Bu arada Fil Adam’ı izlemenizi hepinize öneririm. İzlemiş olanlar için önce *highfive*, sonra da sadece karakterlerin hayatlarında benzerlik olduğunu eklemeliyim. Çünkü kişilik olarak apayrılar.
Favori parçalarıma gelelim!! En sevdiğim bölüm. ^-^
·     Angel of Music
·     Operadaki Hayalet (The Phantom of the Opera)
·     Gecenin Müziği (The Music of the Night)
·     Senden Tek İsteğim (All I Ask of You)
·     Maskeli Balo (Masquerade)
·     Avare Çocuk (Wandering Child)
·     Geri Dönüşü Olmayan Nokta (The Point of No Return)
· En son Phantom, Christine ve Raoul’un aynı anda söylediği parça (sanırım Down Once More)

BONUS~Haldun Dormen


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder