Operadaki Hayalet
The Phantom of
the Opera
Bu
sefer sizin karşınıza daha farklı bir konuyla çıkıyorum. Evet, kitaplar bir
yana müzikaller de benim yakın zamanda vazgeçmeyi düşünmediğim başka bir
tutkum. Her ne kadar her hafta gidip, sıcak şarabımı yudumlarken (neden sıcak
şarap diye sorarsanız.... oraya da geleceğiz) izleme şansım olmasa da
müzikallere gitmeyi severim. Gönül ister ki her hafta bir müzikale gitmek. Ama
bunun için ne zaman var, ne ortada o kadar müzikal var, ne de o kadar müzikale
para dayanır.
Hikayeme en baştan başlayayım. Operadaki
Hayalet’e gitmeyi geçen sene ilk defa adı piyasalara çıktığı günden beri
istiyordum. Yine Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde gösterisi yapılan Notre
Dame de Paris beni kalbimin tam ortasından vurmuştu. O yüzden doğum günü
hediyesi “hakkımı” bundan yana kullandım. İyi ki de kullanmışım.
Müzikale gitmeden önceki hafta küçük çaplı
bir araştırma yaptım. Neymiş, ne zamandan beridir varmış, kaç tane filme konu
olmuş diye canım ciğerim vikipediyi talan ettim. Öğrendim ki Operadaki Hayalet
1910’da Gaston Leroux tarafından yazılan bir romanmış. 1986’da aklını öptüğüm
Andrew Lloyd Webbers romanı alıp müzikal haline getirmiş. Roman 8 filme konu
olmuş ve en ünlüsü (ve en sonuncusu) 2004’te çekilmiş. Gerard Butler, Emmy Rossum’un
başrolde oynadığı filmin senaristi adamımız Webbers. Adam çalışmış arkadaşlar.
Ben de dedim “Oooo hemen soundtrack’ı indirip müzikale ezberlemiş olarak
gidiyim.” Ama ne yazık ki garip bir şekilde Gerard Butler’ın sesi hoşuma
gitmedi. En azından Hayalet’i daha kalın sesli hayal ediyordum. İlk başta
ısınamadığım için ezberleme hayali yattı anlayacağınız. Yine de bin kez
dinlemişimdir “The Phamtom of the Opera”yı.
QUASIMODO GERİ DÖN NE OLURSUN
Şimdi de size o günü anlatayım. 10 Nisan. Cuma günü
olduğu için gün içinde çektiğim okul yüzünden az biraz yorgundum. Ama bu heyecanımı törpülemedi ;)). Zorlu'ya
sekiz civarında gittim. Anlayacağınız bir saatim vardı. Bu bir saati Zorlu'nun
içinde kaybolmayla, PSM alanını bulduktan sonra iki bin beş yüz tane fotoğraf
çekmeyle ve mantıksız bir şekilde paramı fahiş fiyata satılan dergimsi
kataloğumsu şeye harcamayla geçirdim. Alana erken vakitte gittiğim için kapılar
açıldığında ilk girenlerden biri de ben oldum. Oturup insanların içeri
girmelerini izledim yapacak daha iyi bir işim olmadığı için. Üç sıra
önümden bir kadın kadehini sallaya sallaya şarabını yudumlayarak oturduğunu
gördükten sonra, dedim "Işıl geleceğin böyle olmalı. Bırak üç sıra önü
davetiyeli bölümde şampanyanı yudumlamalısın." Fantastik hayallerim
gösterinin başlamasıyla son buldu.
Oyuna gelirsek....... Vaov, neden hep operayla
karıştırıldığı belli oluyor. Müzikler, sesler. Olamaz böyle bir şey. Bir insan
ancak bu kadar tizlere inebilir. Emilie Lynn'nin sesi mükemmel ötesiydi.
Başrolü (Christine Daaé) başarıyla oynadı. Phantom (hayalet), aşkım
bebeğim. Adamın duyduğu şehveti mi denir aşkı mı denir damarımda hissettim.
Brad Little sesiyle, hareketleriyle bütün o duyguları hissettirdi. Çaresizliği,
yalnızlığı... Arada oturup bir iki damla ağlayıp izlemeye devam ettiğim
doğrudur. Peki ya Raoul (Anthony Downing), neden bu kadar tatlısın? Christine’le
olan aşkları <3<3<3 Söylemem gerekir ki Madame Giry benim favori
karakterim. Karakteri oynayan Tina Walsh çok iyiydi falan filan ama garip bir
şekilde Madame Giry’yi kurguda aldığı rol yüzünden ayrı seviyorum. En baştan beri
birçok şeyi biliyordu, birçok şeyin farkındaydı ve bu beni ona doğru çekti. O
yüzden Madame’ı ayakta alkışlıyorum. Ayakta alkışladığım bir başka şey ise
Phantom’ın en son yaptığı şey. Her ne kadar içim parçalansa da daha güzel bir
son olamazdı.
Kostümlere
söylenecek bir söz bulamıyorum. En ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Sahne
dekoruysa zekice planlanmıştı. Küçük göz oyunlarıyla olayı daha da inanılmaz
hale getirmişler. İnanılmaz olan başka biriyse orkestra şefi, Stan Tucker’dı.
Oyun bittikten sonra bile çalmaya devam ettiler. En son orkestradakilerle
konuşmak için orkestra çukurunun (?) oraya gittim. Bu arada orkestradakilerin
çoğu Türk (klavyedekiler hariç). Anladığım kadarıyla orkestrayı beraberlerinde
getiremiyorlar. Sohbet ederken öğrendim ki bütün bir müzikalin parçalarını
sadece 6 kez prova yaptıktan sonra mükemmel hale getirmişler. Kaç saatlik
müzikal be. Tebrikler, gerçekten tebrikler. Bırakın sadece 6 provayı, benim
bütün müzikal boyunca durmadan çalmaya mecalim kalmazdı.
Müzikalin sonunda yaptığım bir başka şeyse durmadan onunla etrafın fotoğrafını çektiğim gülü (postere gönderme olarak almıştım) sahnedeki görevlilerden birine verip "mükemmel İngilizcem"le, bunu Phantom(Brad Little)'a götürmesini rica ettim. VE KABUL ETTİ. Alanda en son ben kaldığım için büyük olasılıkla bunu başardım arkadaşlar. Görevliler beni yaka paça çıkarmalarına bir kaç dakika kala alanı terk ettim. Notre Dame De Paris'te uyarılmıştım....... Bir daha uyarılmayayım dedim.
Her yerde onla çekildim derken ciddiydim :3
Sahne dekoruna dönersek. Sahnenin çerçevesi göz
kamaştırıcıydı. Neyi sembollediklerini bilmiyorum. Ama tahminimce yunan
mitolojisinden geliyor. Şarap Tanrısı Dionysos’a tapan çılgın kadınlar (Mainad)
olabilirler. Kendilerini kaybetmiş gibi duruyorlar. Arkalarında da boynuzlu
erkek figürleri var. Boynuz denilince aklıma şeytan ve satirler geliyor. Epey
şehvetli (?) anlar yaşadıklarını söyleyebiliriz. Bu da son sahnelerde
gerçekleşen olayların çarpık bir yansıması olarak alabiliriz bence. Ya da ben
komple bir şeyleri kafamdan atıyorum.
Hoşuma gitmeyen bir iki şey olmadı değil. Birincisi
perdenin sonunda o meşhur avizenin düşmesi sahnesini daha epik düşünmüştüm. Pat
diye düşer aklımızı başımızdan alır. Ama öyle olmadı. Kayarak yere kondu. Başta ayyy olmamış desem de sonra
öğrendim ki o avize 1 ton ağırlığındaymış. O yüzden affedildiniz. İkinci
rahatsız eden şey ise şarkıların bir yerden sonra çok karışması oldu. Bir
şarkının sözlerini, ritmini bir başka şarkı içinde kullanmak, o diğer şarkıyla birleştirmek
aslında benim hep hoşuma gider. Ama burada bir yerden sonra aklımı yordu ne
yazık ki. Tabii orijinali böyle olduğu için bir şey söylemem anlamsız.
En çok hoşuma giden başka bir şeyse Phantom’ın, Fil
Adamla olan benzerliği. Birinci perdenin sonunda nasıl da karakterlerin
şekilleri, yaşadıkları benziyor demiştim. İkinci perdede Madame Giry’nin (ahh
Madame ahh) açıklamasıyla “BEN BİR KAHİNİM” diye küçük çaplı bir ego patlaması
yaşadım. Bu arada Fil Adam’ı izlemenizi hepinize öneririm. İzlemiş olanlar için
önce *highfive*, sonra da sadece
karakterlerin hayatlarında benzerlik olduğunu eklemeliyim. Çünkü kişilik olarak
apayrılar.
Favori parçalarıma gelelim!! En sevdiğim bölüm. ^-^
·
Angel of Music
·
Operadaki Hayalet (The Phantom of the Opera)
·
Gecenin Müziği (The Music of the Night)
·
Senden Tek İsteğim (All I Ask of You)
·
Maskeli Balo (Masquerade)
·
Avare Çocuk (Wandering Child)
·
Geri Dönüşü Olmayan Nokta (The Point of No Return)
· En son Phantom, Christine ve Raoul’un aynı anda
söylediği parça (sanırım Down Once More)
BONUS~Haldun Dormen
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder